Survival Family (2016)

SURVIVAL FAMILY

Trailer (Eng Sub)

"Telefonunuzun şarjı bitmek üzere. Yakın bir yerde ve zamanda bunu telâfi etme şansınız yok. Oysa sevgilinizden çağrı, müdürünüzden e-posta bekliyordunuz. Üstelik uzun bir zamandır oynadığınız oyun da pat diye kesintiye uğrayabilir. Video seyredemeyecek, müzik dinleyemeyecek, haber okuyamayacaksınız." Nasıl, resmen bir felâket senaryosu, değil mi? Düşüncesi bile korkunç doğrusu. Dış dünyâ ile tüm bağınızın kopması... Öyle ya, elimizden telefonumuz alınınca sudan çıkmış balıkla aynı pozu veriyoruz. Sanki tanımadığımız bir âleme ışınlanmış gibi oluyoruz birçoğumuz. Az evvel görüntülü arama yapıp uzunca bir süre sohbet ettiğimiz kişi tüm varlığıyla karşımızda arz-ı endam ettiğinde neredeyse tanımazlıktan geliyoruz. Ola ki göz göze gelsek söyleyecek iki satır cümlemiz olmuyor pek. Bu gibi cihazlarla bağımız bizi neredeyse gerçeklikten koparıyor. İşte yönetmen Şinobu Yaguçi de 2016 târihli bu âile filminde merkeze teknoloji bağımlılığını (görünür-görünmez bağı) ve bunun bireysel-toplumsal ilişkilerimize olan etkilerini yerleştirmiş. Tabiî yalnızca telefon-bilgisayar gibi aygıtlara indirgemiyor bunu, daha kapsamlı bir durum söz konusu. Hatta bağımlılıklarımızın yanı sıra alışkanlıklarımızı da inceden taşlıyor, yakaladığı kurbanları da bi' güzel haşlıyor.



Prologda dört bireyden oluşan âilenin normal bir gününü seyrediyoruz. Karşınızda "Suzuki"ler: Sıradan bir ofis çalışanı baba (Fumiyo Kohinata), yoğun bir ev kadını anne (Eri Fukatsu), sanki kulaklığıyla dünyâya gelmiş üniversite öğrencisi bir erkek (Yuki İzumisawa) ve telefonuyla sürekli arkadaş grubuyla mesajlaşan lise öğrencisi bir kız (Wakana Aoi) çocuk. Diğer üyelere karşı ilgisiz ve iletişim özürlü âilenin görünürde bağları da epey kopuk gibi. Özellikle taşralı büyükbabayla (Akira Emoto) yapılan telefon görüşmesi bu savı destekler nitelikte. Birbirlerine ettikleri hakaretler ve saygısız tavırlar da cabası. Aynı masa etrâfında buluşup yemek yemeyi dahi başaramayan bir âile portresi çizilmiş. Hemen her ferdin koşturmaca içinde olduğu ve bireysel alanına/yaşantısına yoğunlaştığı büyükşehirlerde sıkça karşılaşılan bir vaziyet söz konusu burada da. Azalan komşuluk ilişkileri, birbiri hakkında pek (b)ilgisi olmayan iş ya da okul arkadaşları... Bunun üstüne bir de kendilerine mahsus özellikleriyle nam salmış Japon insanı sosu katılınca işler daha da zorlaşabiliyor hâliyle.


O Japonlar bir sabah uyanıyorlar ve hiçbir elektrikli âletin çalışmadığını fark ediyorlar. (Buna pil ya da aküyle çalışanlar da dâhil.) Başlangıçta bunun bölgesel ve geçici bir kesinti olduğu düşünülüyor. Bu sebepten doğal akış bozulmuyor. Toplu taşıma araçları çalışmasa da insanlar yürüyerek ya da bisikletleriyle görev başına geçme telâşında oluyor. Disiplinli ve işkolik olduğunu bildiğimiz Japonlar ile "iş"leri arasında hiçbir engel duramaz elbette. Öyle ki bu uğurda koca bir binânın elektrikli mekanizması çalışmayan kapısının camları kırılıp masa başına geçiliyor. Üstelik asansörün ya da elektronik âletlerin çalışmadığı bilindiği hâlde. Oysa bizde "Beyler, 15 dakîka oldu, elektrik gelmedi. İş (başa) düşmüştür artık." anlayışı hâkimdir. Çok geçmeden bir tabu daha yıkılıyor Suzukilerin reisinin "Gençler nerede kaldı?" sitemiyle. Vah benim yalnız ve güzel, aman garip Japonya'm! Seni, kimlere teslim edecekler? Böyle gevşek gençlere mi? Arkasından gelen "Yukarıdan tâlîmat geldi, herkes eve dağılsın." anonsu daha çarpıcı gelebilir, ama hemen akabinde hava kararmadan herkesin evine rahatça dönmesini istedikleri bilgisi iletilince şaşkınlığımız geçiyor ve bir "Oh!" çekip rahatlıyoruz. Öyle birkaç saatlik elektrik kesintisiyle bunca yılın Japon'u çizgisini bozacak değil elbet.

Aradan birkaç gün geçiyor ve bunun olağandışı bir durum olduğu anlaşılıyor. O gevşeklik de herkese ve her yere yayılıyor. Artık insanlar için iş ya da okul değil, temel ihtiyaçlar önem kazanıyor. Isınmak bir sorun hâline geliyor. Kezâ yemek pişirmek ya da çamaşır yıkamak da. Ayrıca günden güne marketlerde stoklar tükeniyor. Su ve gıda temîninde zorlanan kimileri şehri terk etmeyi uygun buluyor. Başlangıçta Suzukiler buna yanaşmasa da mecbur kalıyorlar. Kurtuluşu da ülkenin bir ucundaki (Arada yaklaşık 1.400 km mesâfe var.) büyükbabaya sığınmakta buluyorlar. Planları basit: Bisikletle Haneda Havalimanı'na (Tokyo merkezine 15 km civârı) ulaşıp Kagoşima'ya uçmak. Tabiî uçuş varsa. Böylece bir sabah erkenden, komşularına hissettirmeden, zorlu bir yolculuğa adım atıyorlar. Bundan sonra da başlarına gelen kimi tâlihsiz, kimi komik, hüzünlü, ürkütücü... olayları seyrediyoruz yol boyunca.




Evet, her ne kadar bir âile draması olsa ve bir tür felâket (kıyamet sonrası) filmi izlenimi uyandırsa da esâsında bir o kadar "yol" filmi (de) karşımızdaki. Orta sınıfa mensup bu Tokyo'lu âilenin ülkenin yarısından fazlası sayılabilecek bir mesâfeyi katederken karşılaştığı manzaralara tanıklık ediyoruz. Tuhaf serüvenlerinde dağ bayır, dere tepe gezerlerken -şehirden kırsala- ilginç karakterlerle de karşılaşıyoruz. Aynı zamanda bu yolculuk âilenin köklerine dönüşünü temsil ettiği gibi doğanın ve insanlığın özüne yapılan bir seyâhati de simgeliyor. Tabiî bu öze dönüşte yönetmenin, ilkel yaşam koşullarını kutsama niyeti olduğu söylenemez. (Herhâlde öyle olsa binek hayvanları falan da görürdük ortalıkta.) Sanki bu çaptaki olası bir senaryo karşısında hâlimiz ve tutumumuz husûsunda bir tahminde bulunup daha ziyâde nasıl hareket etmemiz gerektiğini anlatmak maksadını taşıyor. Her ne kadar bu bağlamda tümüyle didaktik bir tavrı olduğunu söylemek fazlaca iddiâlı gelecekse de bir anda peyda olan, kamu spotundan hâllice "bisikletçi âile" dahi başlı başına bu söylemi desteklemeye yetecektir sanırım.

Aslında 2011 yılında Tohoku Depremi ve ardından meydâna gelen tsunami ile küçük çapta bir kıyâmet senaryosunu doğrudan tecrübe eden ve büyük bir travma atlatan Japon ulusu için âdeta bir sosyal sorumluluk projesi içeriğine sâhip yakın zamanlı bu gibi bir eser zannımca pek de abes bulunmayacaktır toplumun genelinde. Burada bize abartılı gelebilecek kimi sahneler esâsında onlar için pek de uçuk sayılmayacak, hatta gayet olağan bulunacaktır. Netîcede târih boyunca, doğal (deprem, tsunami, volkan..) ya da insan eliyle yaratılmış (Hiroşima-Nagazaki) nice büyük fâciayı bizzat yaşa(t)mış bir halk var karşımızda. Yalnız, odak noktası küresel boyutlu bir yıkım olmadığı için, öyle büyük trajedileri görmüyoruz bu kez ekranda. Evet, ölüm de sahneye çıkıyor yeri geldiğinde, ama onun dahi alt metni yine sosyolojik mesajlarla dolu; kâh komşuluk, kâh yaşlılık ve yalnızlıkla alâkalı. Sanki bir yerde "Gerçek felâket hangisi: Dağılmış bir âile mi, yoksa doğal âfet mi?" sorusu da kulağımıza çalınıyor. (Elbette bunun epey öznel bir çıkarım olduğunu kabul ederim, zîra filmin bu nev'i bir mesaj kaygısı güttüğünü ileri sürmek kimilerine abartılı da gelebilir.)

Diğer yandan; insan doğası (ilkel dürtüler, hayvansal güdüler vs.) dikkate alındığında; o zorlu koşullarda -bize göre- pek sâkin kalmış bir toplulukla karşı karşıyayız. Benzer bir kaos ortamında bizde yaşanması muhtemel veyâhut sinemada âşinâ olduğumuz çoğu menfur hâdise burada cereyan etmiyor. Kuşkusuz bunda merkezden uzaklaşmak istemeyip kameranın "âile teması"ndan başka bir başlığa çevirmek istenmemesinin payı var. Yine de bu noktada, methini pek sık duyduğumuz, uygar Japon insanının ve toplumunun reklamının yapıldığını düşünmek mümkün. Beri yandan, yer yer abartılan bu imajın hicvediliğine ihtimâl vermek de bir o kadar olası. Tabiî ki bu uygarlığın, daha doğrusu sabrın da bir sonu var. Pekâlâ bir zamandan sonra sırayı bozanları, sattıkları ürünlere fâhiş fiyat talep edenleri, ufak (!) çaplı hırsızlıkları görüyoruz. Krizi, fırsata dönüştürmek ve elleri ovuşturmak bize mahsus değil sonuçta. Sanırım biraz da adım adım ilerlemek istiyor bu noktada yönetmen. Sanki olacakları tahmin edemeyecekmişiz gibi, yavaş yavaş alıştırıyor bizi kaosa. Bir anda o gergin havayı solumamıza fırsat vermiyor. En basitinden bir market sahnesi ve devâmıyla ne tür bir sıkıntıyla karşı karşıya olduğumuzu tâne tâne anlatıyor. Anne Suzuki, her zaman aldığı yiyecekleri bulmakta zorlanıyor öncelikle. Sonrasında çalışmayan kasalar ya da hesap makineleri yüzünden ortaya çıkan abaküsleri görüyoruz. Hemen ardından POS cihazlarının da devre dışı kaldığı bilgisiyle nakit sorununu hissettiriyor. Bir sonraki gün de bu kez ATM ve banka kuyruklarıyla artan nakit talebinin meseleyi hangi boyuta getirdiğini gösteriyor. Devâmında su gibi temel ihtiyaçlar karşısında paranın değerini yitirmesini ve nihâyetinde artık tamâmen hükmünü kaybedip alışverişin takasla yapıldığı dönemi seyrediyoruz. Herhâlde Kızılderililer, Japonya'ya göç etmiş olsalar ve bu filmdeki olayları öngörseler şöyle demeleri beklenirdi: "Son ev boşaldığında, son musluk kuruduğunda, stoktaki son balık tükendiğinde çekik gözlü adam cep telefonlarının, kâğıt paraların, kredi kartlarının, çeklerin vs. yenmeyeceğini anlayacak. Tabiî Maserati ve Rolex'in de." Şaka bir yana, tüm bu olanlar birkaç gün zarfında gerçekleşiyor. Bir anda atmıyor yani bizi kuyuya, âdeta bir iple sâkin sâkin sarkıtıyor. Daha ne kadar batacağımızı bilmiyor, sonunu kestiremiyoruz. Böylece bir sonraki aşamayı merak ediyor ve zihnimizde canlandırmaya çalışırken buluyoruz kendimizi.

Filmde her plan, her sahne dramla yoğurulmuş değil elbet. Yer yer basit güldürü unsurlarına başvurduğu gibi, ince bir mizâhî yanı da var. (Misal, bisikletçi âile sekansı ya da Osaka Akvaryumu gibi.) Belki de en komik yanı/yönü sebebi belli olmayan, gizem dolu bir dijital kıyâmet öyküsüyle; gündelik yaşantımızda gözden kaçırdığımız ya da görmezden geldiğimiz; çok basit şeylerle bizi gerip ilgiyi ekranda tutmayı başarmasıdır. Bu mâcerâda öyle gözleri kanlı hastalıklı insanlar, deli gibi koşturan zombiler ya da insanları köleleştiren uzaylılar falan yok. En büyük derdimiz temiz su ve bir parça yemek bulabilmek. Suzukiler sâyesinde aslında şehirli insanın, doğadan ne denli kopuk yaşadığının, çevre(sin)den nasıl da bîhaber olduğunun bir kez daha farkına varabiliyoruz. Artık metropollerde çoğu kimse tüketeceği gıdayı paketinden ya da fiyat etiketinden tanıyor. Birçok evde sulu yemek talebi sulu şaka olarak algılanıyor. Görüyoruz ki Suzuki Hânesi'nde de manzara pek farklı değil. Bilhassa gençler söz konusu olduğunda. Hâl böyleyken karma ve Doğa Ana'nın bir araya gelip insanoğlunun binlerce yıllık birikimini silerek yeni(den) başlangıca dâvet ettiğini düşünmek de mümkün. Bu arada biz de film boyunca ister istemez Suzuki âilesi ile empati yaparken buluyoruz kendimizi. Kâh temel gıda ihtiyaçlarını karşılarken yaşadıkları zorlukları, kâh diğer insanlarla münâsebetlerini akıl süzgecinden geçirip ne tür tepkiler vereceğimizi düşünüyoruz illâ ki.

Yönetmen Yaguçi'yle daha önce tanıştıysanız az çok filmin nasıl biteceğini kestirebiliyorsunuz. O yüzden, gelişim ve değişimle "ihtiyaçlar piramidi"ne kaçak katlar çıkan insanlığın, piramidin dibinde debelendiği anlarda dahi ümîdimizi kesmemize fırsat vermeyeceğini tahmin edebiliyoruz ekran başında. Öte yandan her ne kadar fizyolojik ihtiyaçların karşılanmasında sıkıntılar yaşansa da; âile reisinin vurgulanan gurûru gibi; diğer katlardan rol çalındığına da şâhit olabiliyoruz. Sözü geçmişken, karakterlerin değişimi ve gelişimi de zamâna yayılıp gayet güzel yedirilmişti hikâyeye. Başlangıçta yeteri kadar sağlanan karakter derinliği sâyesinde kahramanların bu dönüşümünü rahatça gözlemleyebiliyoruz. Her bir âile üyesinin bunu, ekrana yansıtmada başarılı olduğunu düşünüyorum. Oyunculuktan bahsetmişken bir şeye değinmeliyim. Böylesi ilkel bir tasavvurda bulunulan filmde işin doğasına sâdık kalınmış. Hiçbir özel efekt kullanılmadığı gibi misal nehir sahnesinde -kasım ayında olunmasına karşın- oyuncular bildiğiniz suya dalmışlar. İliklerine kadar hissetmişler yani o atmosferi. Bir diğer dikkat çeken detay da figüran ordusu oluyor. Cidden epey kalabalık bir oyuncu kadrosu var. Bu arada, önemsiz bir detay, ama âilede herkesin kafasına taktığı bir şeyler var: Babanın protez saçı, kızın takma (çakma) kirpiği, oğlanın kulaklığı ve annenin gözlüğü. Adım adım bunlar kadrajdan çıkıyor. Aslında kimi objeler ehemmiyet arz ediyor. Örneğin, artık çalışmayan telefonu yüzünden müzik dinleyemeyen Kenji'nin, kulaklığını çıkarttığında âdeta ilk kez duyan biri gibi etrâfını dinleyip gözlemlemesi, ardından da taksicilerin sohbetine şâhit olduğu an öğrendiği bilginin ileride hayâtını etkilemesi gibi.


Eksiklik ya da doğallık; nasıl bir tercih bilmiyorum; ama filmde neredeyse hiç müzik yok. Öyle ki ilk bir saat doğal sesler dışında bir şey duymuyoruz. Ondan sonra da, ekranda yazılar akana değin, anca beş-altı kez müziğe rastlıyoruz. Aslında birçok yerde kulağımız arıyor o sesleri.  Misal, kesintinin üçüncü gününde arka arkaya boş cadde, derslik ve market (rafları) gibi mekânlardan kesitler sunuluyor, ama arka planda bunu destekleyecek ya da etkiyi katlayacak bir şey işitmiyoruz. Hakezâ âilecek ilk kez pedala bastıklarında sanki bir keşfe çıktıklarını, dünyâyı yeniden fethedeceklerini hissettiren bir ses çıkmıyor. Ses-müzik kullanımına imkân veren, hatta neredeyse bunu zarûrî kılan (Belki de daha önceki sinema tecrübelerimizde alıştırıldığımızdan ve koşullandığımızdan öyle geliyordur.) sahnelerde bu gibi bir yönteme başvurulduğuna şâhit olmuyoruz. Sevinci, heyecânı, hüznü, umutsuzluğu, gerginliği, acıyı vs. tamâmen çıplak ve gayet sâde bir şekilde sunuyor yönetmen, diyebilirim. Film ise son olarak şu şarkıyla vedâ ediyor bize:

SHANTI - Hard Times Come Again No More

Bu arada, dikkat çeken bir ayrıntı da C571 ile ilgili. Japonların bu konudaki nostalji hayranlığı bizce de mâlûmdur. Yalnız, buradaki canavar hâlen görevini yapmaktaymış. Yine de rotasından şaştığı âşikâr, zîra bir ara arka planda Sakurajima görülüyor. Zâten asıl dikkat edilmesi gereken de o. Filmin çekildiği dönemde patlama yaşandığı bilgisi yer alıyor kayıtlarda. Arkada dumanı tüterken "Hazır ol Japonya, bu senaryo çok da uzak değil." diye îkâzda bulunuyor âdeta. Bir diğer temas etmek istediğim husus da epilogdan önceki çalar saat metaforu. Seyirciyi uyandırmak adına hoş bir imge-obje seçilmiş doğrusu.


Filmle ilgili eleştirilecek birçok şey bulunabilir elbette (Kimi yerde didaktik olması, kahramanlarımızın fazlaca saf olması, filmin sonunda olayların sebebini açıklamadaki boşluk vb.), ama süper kahraman furyasında böylesi sıradan bir âileyle, bilim-kurgu filmlerine "Bundan yüzyıl sonra küresel çapta elektrik kesintisiyle insanlık en büyük korkusuyla yüzleşti." gibi ürkütücü ve süslü lâflarla malzeme olabilecek bir konuyu, ortalama bir felâket (sonrası) filmindeki karamsar ve korkutucu atmosferden uzak bir şekilde; dram, gerilim ve komediyi pek güzel harmanlayarak; servis eden Yaguçi'yi takdir ettiğim için bir nebze görmezden gelmeyi tercih ediyorum. Bittabi bâzı konular daha derinlemesine incelenebilir veyâhut -aksine- kimi başlıklar da senaryoda yer almayabilirdi belki. Ayrıca temposu da -film genelinde- daha dengeli olabilirdi. Buna karşın bütüne baktığımda üzerlerinde fazlaca durulmayacak şeyler olduğunu düşünüyorum. Sonuçta, yaklaşık iki saat boyunca, yer yer heyecanlı ve gayet eğlenceli vakit geçirdim.

Sonuç olarak puanım: 7/10 (Hatta 7,5/10 bile denebilir.)

Gereksiz bilgi: Yönetmen Yaguçi, Suzuki (soy)adına biraz takıntılı sanırım. Zîra 1997 târihli "My secret Cahce" (Naomi Nişida), 1999'daki "Adrenalin Drive" (Masanobu Ando), 2001'deki "Waterboys" (Satoşi Tsumabuki), 2004'teki "Swing Girls" (Juri Ueno), 2008'deki "Happy Flight" (Seîçi Tanabe) ve 2012 târihli "Robo-G" (Mickey Curtis) filmlerinde hep bir(kaç) "Suzuki" mevcut. Gerçek hayatta bu ne işinize yarar bilmem. (:

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A Taxi Driver (2017)

The Witch: Part 1 - The Subversion (2019)

Dear Ex (2018)