The Odd Family: Zombie on Sale (2019)

Biraz politik bir yazı oldu, kusûra bakmayın.

Öyle "Sonunu niye söyledin?" tantanasına hiç mahal vermeyen bir adı var filmin: Tuhaf bir âile var ve zombi satıyor. (O değil, Tombi vardı eskiden, duruyor mu hâlâ?) Bu şartlarda zombi evreninde "korku" filmi olacak yapım bizim âlemimizde "komedi"ye dönüşüyor. (Tıpkı piliç çevirme gibi. Bizim için küçük bir ziyâfet, piliçler içinse büyük katliam!) Hemen aklınıza istismar sineması gelmesin. Zombi tâciri değil bunlar, zombiliği pazarlıyorlar. Hani bir vampir görürüz (Nasıl ya? Kim? Nerede?) de "Abi, beni ısırsana, ben de ölümsüz olayım." deriz ya, buradaki de o hesap. Tabiî zombi kardeşimiz bu işe ne denli gönüllü; sağlık sigortası, sosyal güvencesi kısmı hak getire. Haydi onlar öyle, peki ya biz?
Tanıtma Filmi
Sen, ben, o, bu, şu... Söylesenize, hangimiz anlamaya çalıştık zombileri? Sürekli birilerini ayrıştırmaktan, kutuplaştırmaktan başka ne yaptık bugüne değin? Neymiş, kolunu ısırmış. Yâhu belki zombi kültüründe o şekilde selâmlaşılıyordur ya da asıl niyeti bizimle oyna(ş)mak da olabilir. Hiç böyle düşündünüz mü? Yok efendim, neden zahmet edesiniz ki! Nasılsa toplum olarak hemen hepimiz linç etmek için hazır(ol)da bekliyoruz. Köpek ısırdı; itlâf edelim. Zombi ısırdı; katledelim. Oho, her ısıranı ortadan kaldıracaksak! Ben de bâzen tombik bebeklerin yanaklarını ısırmak istiyorum. Gelin beni de temizleyin bâri. Olmaz efendim; böyle devam edemez. Biri(leri) artık buna dur demeli.

Hakkını yemeyelim, daha önce insanlık, sinemasında zombilerin dertlerini kadraja aldı. Kayıtsız kalamazdı elbet. Onların gönül ilişkilerini (Bkz. Warm Bodies), çalışma şartlarını (Bkz.Fido) falan dile getirdi, ama yeter(li) mi? Bugün sokağa çıkıp on kişiye "Zombileri nasıl bilirsiniz?" diye sorsak dokuzu yerin dibine sokar. Kalan bir kişiden alacağımız en olumlu cevap da "Benim, zombi komşularım da var, ama bıdı bıdı..." şeklinde başlayan bir cümle olur. Karşımızdaki yapım da bir "Freaks of Nature" (İşte bunlar hep dış güçler!) kadar etnik temele indirgemiyor zâten meseleyi. İnsanoğlunun bencilliği işte; yine kendinden bahsediyor.

Karşımızda eski nesil; koşmaktan âciz, ağzı açık ayran budalası ifâdesiyle dolaşıp "Allah rızâsı için bir ısırık abiler." nidâsıyla aptal aptal salınan genç erkek formunda bir zombi kardeşimiz var. Gurbette sâhipsiz kalmış; aç, susuz, yalnız, biçâre. "Neden geldim İstanbul'a?" der gibi bir hâli var. Kime anlatsın derdini? Nasıl anlatsın? Oysa yakışıklı bir vampir abi gelse aynı istekle "Tabiî mösyö, şeref duyarım." diyecek nice insan tanıyorum. Veyâhut bir kurt adam yaklaşsa o niyetle "Şuram daha lezzetlidir." diye yer-yön târif eder birçokları. Peki ya zombiler? Onlar pis, aptal, miskin, çirkin yaratıklar değil mi? Unutmayalım ki bugün sağlıklı olan her insan ileride bir zombi adayıdır.

Neyse efendim, zombi sorunları saymakla bitmez. Gelelim filmimize. Açılış sekansında gizemli bir ilâç araştırması sonucu ortaya çıkan yan etkilerle ilgili haber bültenlerinden kesitler sunarak âdeta katastrofik bir ortama hazırlıyor yönetmen, bizi. Bu prologun hemen arkasından ıssız yollarda avını bekleyen, esrârengiz taşralı karakteriyle de adrenalin dozunu iyice yükseltiyor-du ki bir anda çark etti. Karakterimiz konuşmaya başladığında ve arka planda müzik belirdiğinde her şey aksine rücû ediyor. Bundan sonra ekranda beliren her karakter mizah çıtasını yukarı taşımaya yardımcı oluyor, diyebilirim. Tabiî o çıtanın varacağı noktanın başarıyla ne denli bağdaştıralacağı ayrı bir konu.

Joon-geol (Jeong Jae-young); eşi Nam-joo (Uhm Ji-won), kız kardeşi Hae-geol (Lee Soo-kyung), babası Man-deok (Park In-hwan) ile birlikte yaşamakta ve taşrada benzin istasyonu işletmektedir. Ayrıca çekicisiyle bu kuytu beldede yolda kalanlara (!) yardım etmekte ve elinden tâmir işleri de gelmektedir. Girizgâhtan sonra köyün ve âilenin iki misâfiri daha olur: İlki, zombi kahrâmanımız Jjong-bi (Jung Ga-ram); diğeri de âilenin iki numaralı oğlu Min-geol (Kim Nam-gil).

Köylü -kurnazı- bir âileyi merkeze koyup türlü tâlihsizliklerle bezeli parodi yapma formülü bu - daha doğrusu, o - topraklarda evvelce de denenmişti. Miike'nin "The Happiness of Katakuris" filmiyle pek çok benzer özellik taşıyan, ama ondan üç yıl kadar evvel gösterime girmiş; Jee-won Kim imzâlı, 1998 yapımı "The Quiet Family" sanırım ilk akla gelen olacaktır. Yalnız buradaki mizâhî alt yapının o kadar başarılı kurulmadığını söyleyebilirim. Zîra burada, tâlihsizliklerin ötesinde, "bön taşralı" imajı daha baskın. Bu da ister istemez niyet sorgulamasına ve cephe almanıza sebep olabiliyor. Dünyânın herhangi bir yerinde, her ne şekilde görünürse görünsün, bir yabancının gelişi hemen her köy ya da ıssız mahalde tepkiyle karşılanacakken buradaki tuhaf gencin hâl hareketi ya da şekil şemâili hayâtın akışına neredeyse hiç tesir etmiyor, hatta birkaç yaramaz çocuk dışında kimsenin dikkatini çekmiyor bile. Beri yandan "sıradışı âile"mizin bu özelliğinin tüm coğrafyaya sirâyet ettiğini ya da tam tersini düşünmek de mümkün bittabi.


Bu noktada dikkat çeken bir diğer unsur da bilgi çağında iken, herkesin elinde ya da yakınında akıllı telefonlar bulunurken olağandışı olaylar hakkında böyle safdillikle yaklaşımda bulunulması. Doğrusu bir derece bayağı geliyor. Neyse ki kahramanlarımız bunu, sonunda internete danışarak bir nebze olsun savuşturuyorlar. (Bu arada, bunu da "Train to Busan"dan bir sahneyi seyrederek yapmaları da hoş bir detaydı. Yerli malı, yurdun malı...) Esâsında başlangıçta "Bu bir yaratık. Hayır, o bir canavar. Hayır hayır, bu zombi!" söylemi ve bunun peşin kabûlü daha eğreti durabilirdi. Netîcede burada, fantastik öge barındıran, absürt mizah örneği sayılabilecek bir eser var ve kanımca bu gibi filmlerde; aşkta ve savaşta olduğu gibi; her şey mübahtır.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

A Taxi Driver (2017)

The Witch: Part 1 - The Subversion (2019)

Dear Ex (2018)